Devlet ve diğer uluslararası aktörlerin sorumluluk alanına giren, afetler ve krizler nedeniyle zorunlu olarak yaşam alanını terk eden kişilerin haklarının korunması olgusu, uzunca bir süredir var olan ve kapsamı hâlihazırda genişlemekte olan bir kavramdır. Buna göre, koruma/ himaye kavramının gerek teoride gerekse pratikte iklim değişikliği nedeniyle zorunlu göçe maruz kalanları kapsayacak şekilde genişlemesi için bir dizi makul argüman geliştirmek mümkündür.
Suriye ve Afganistan örneklerinde olduğu gibi bulundukları ülkelerde yaşanan istikrarsızlıklar ve çatışmalar nedeniyle göç eden insanların sayısı her geçen gün artmaktadır. Ancak bunların yanında küresel iklim kriziyle birlikte tarım ve hayvancılık sektörlerinin doğrudan etkilenmesi sonucunda ortaya çıkan iklim göçmenlerinin yarattığı sosyolojik ve ekonomik dalga giderek artmaktadır. Geçmişten bugüne göç trafiğinin önemli bir kesişme noktası olan Türkiye, özellikle son yıllarda göç veren ve transit bir ülke olmaktan öte göçmen çeken ülke hâline gelmiştir. Bunun yanında Türkiye iklim krizi ve bunun yaratacağı ülke içi göç riskleriyle de karşı karşıyadır.
Hükûmetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) 2014’te yayımladığı beşinci Değerlendirme Raporuna göre Türkiye’nin de içinde bulunduğu Akdeniz Havzası iklim değişikliğinin olumsuz etkilerinden en çok zarar görecek bölgeler arasında bulunuyor. Bu boyutlarda yaşanacak bir hava sıcaklığı artışı, yağışların azalmasına, tarımsal alanlardaki verimin düşmesine, gıda kıtlığının oluşmasına, biyoçeşitliliğin azalmasına, yer altı su kaynaklarının azalmasına ve orman yangınlarının artmasına sebep olacaktır. Yaşanacak iklim değişikliği tarımsal çeşitliliğin azalması ve çölleşmeyle birlikte geçim kaynaklarının ve dolayısıyla ekonominin olumsuz yönde etkilenmesine sebep olacaktır. Tarım ürünlerine olan ihtiyacın iç piyasa tarafından karşılanamaması hâlinde ürünlerin dış ülkelerden tedariki söz konusu olacaktır. Geçimini tarım ve hayvancılıktan sağlayan insanların da bu noktada yeni arayışlara girmesi, neticesinde ülke içinde göç dalgalarının yaşanması kaçınılmaz olacaktır.
2015’te İstanbul’da kurularak çalışmalarına başlayan Mülteciler ve Sığınmacılarla Yardımlaşma Dayanışma ve Destekleme Derneği (MSYD), hizmet politikası çerçevesinde afet ve krizlerin etkili olduğu günümüz risk toplumunun karşı karşıya kaldığı olayların yarattığı yıkım, ekonomik ve sosyal kayıp risklerinin en aza indirilebilmesi için merkezî ve yerel yönetimlerin yanında sivil katılımı da içerecek bütüncül bir afet yönetişiminin önemine vurgu yapmaktadır. Çağdaş afet yönetimi olarak da tanımlanan “bütüncül afet yönetimi”, gelişkin afetle mücadele pratiğiyle toplumsal pratik arasında buluşma alanları oluşturmayı hedefler. Afet yönetimi, Türkiye Afet Yönetimi Strateji Belgesi ve Eylem Planı (TAYSB) ile işaret ettiği yön ve yöntemler açısından ana hatları belli olmakla birlikte sosyal kollektivitenin katılımını da öngörür. Bu açıdan varmak istediğimiz husus şu şekilde özetlenebilir: Ani ve uzun vadede etkilerini gösteren afet ve acil durumların yönetimi, sosyal yapıdaki küçüklü büyüklü tüm aktörlerin aktif ve anlamlı katılımını gerektirmektedir.
MSYD’de kriz gelişmelerinin hemen akabinde hedef grupların ivedi ve öncelikli temel ihtiyaçlarını karşılamak için acil durum eylem planları çerçevesinde çalışmaların gerçekleştirilmesi, sonrasında yeniden inşa ve rehabilitasyon çalışmaları ekseninde özel ve özellikli ihtiyaçları gidermek üzere projelerin uygulanması planlanır. Bu perspektifle bir sivil inisiyatif olarak MSYD ani ve uzun vadede etkilerini gösteren afet ve acil durumlardan etkilenen bireylere insani yardım, nakdî yardım, koruma-himaye, geçim kaynaklarının geliştirilmesi, tarım ve sürdürülebilirlik, sağlık ve psikolojik sağlamlık/ dirençlilik alanlarında destek sunmaktadır.
2021, insani yardım çalışmaları açısından önemli bir yıl olmuştur; bu seneye ilişkin durum değerlendirmesi yaptığımızda iki temel çizginin belirleyiciliği dikkatleri çekecektir; salgın ve yardım. Yeni koronavirüs salgını kuşkusuz, sadece 2020’ye ait bir olgu olarak düşünülemez; zira sonraki seneye yeni varyantlarıyla damgasını vurmayı sürdürmüştür. Bununla birlikte 2021, düzensiz ekonomik kalkınmanın biriktirdiği eşitsizliklerin, toplumsal kesimler arasında yaşanan gerilimlerin, doğaya karşı girişilen zorlamaların etkisinin bizatihi yaşandığı bir sene olmuştur. Kanaatimizce her bir sahada ayrı ayrı tecrübe edilen, farklı tecrübelerden ortaya çıkan temel gerçek; insani yardım alanındaki tüm örgütlü öznelerin (kamu, sivil toplum vb.), afete dönüşmüş doğal olayların bir anda ve bir arada karşısında göreli, izafi kaldığı; bunun için de bütünleşik ve koordineli bir afetle mücadele habitatı kurmak gerekliliğidir. Öngörü dâhilinde veya haricinde cereyan eden olaylara karşı, kamunun ve sivil toplumun hem kendilerini hem de birbirleriyle olan ilişkilerini, olayların gerekliliklerine göre şekillendirmesi, yeniden yapılandırması ve kaynaklarını harekete geçirmesi güncel ihtiyaçtır. Önümüzdeki dönemde insani yardım aktörlerini bekleyen temel kurumsal ve kurumlar arası bağlam, sahada koordineli bir yardımlaşma ve dayanışmayla açığa çıkan potansiyele bir derinlik ve süreklilik kazandırmaktır.