Günümüzde yaşanan teknolojik ilerlemeler sayesinde milyarlarca ışık yılı uzaklıktaki gök cisimleri hakkında bilgi sahibi olabiliyoruz. Bu sayede biliyoruz ki şu ana kadar bizi misafir eden dünyamızın bir benzeri bulunabilmiş değil. Ne var ki dünyamızın bu biricikliğini, kıymetini hâlâ tam olarak kavradığımız da söylenemez. Zira sanayi devrimiyle başlayan süreçten bu yana dünyamızın bize sunduğu imkânları hoyratça kullandık. Öyle ki daha çok üretirken aynı şekilde daha çok tüketen toplumlara dönüştük. Özellikle de son elli yılda kaynak işleme ve kullanımıyla enerji ve gıda üretiminde de üç katlık artış görülürken bu dönemde nüfus artışı sadece iki kat gerçekleşti. Hiç kuşkusuz bu veriler bize bireysel tüketimin de yükseldiğini gösteriyor.
Bireysel tüketimin bölgeden bölgeye, ülkeden ülkeye hatta ülke içinde illere/ bölgelere göre farklılık gösterdiğini biliyoruz. Güncel verilere baktığımızda gelişmiş ülkelerde kişi başı ekolojik ayak izi 27 metrik ton seviyesindeyken bu değerin düşük gelirli ülkelerde sadece iki metrik ton olduğunu görüyoruz. Tüketimin adaletli olmadığını gösteren bu veri aynı şekilde farklı kirlilik seviyelerini de göstermektedir. Zira yapılan her üretim ve imalatın aynı zamanda birer atık potansiyeli taşıdığını da biliyoruz. Bu yüksek üretim, tüketim ve atık oluşturma zinciri hepimizin malumu olduğu üzere birçok meseleye sebebiyet veriyor. Bunların başında da iklim değişikliği geliyor.
İklim değişikliği adeta çağımızın vebası olmuş durumdadır. Tarih boyunca da zaman zaman soğumalar zaman zaman da ısınmalar dolayısıyla iklim değişiklikleri yaşanmıştır. Ancak doğal olarak gerçekleşen bu süreçler 100-150 bin yıllık periyotlarda oluşurken günümüzde bu değişime sadece 150-200 yıl gibi kısa bir sürede tanıklık ediyoruz. Fosil yakıt kullanımı başta olmak üzere ormanlık alanların tahribi ve yok olmasıyla arazi bozunumu gibi nedenlerden dolayı atmosferde hâlihazırda bulunan ve dünya için sera etkisi yapan karbondioksit, metan ve nitrözoksit gibi gazların yoğunluğunda yaşanan artışlar, küresel sıcaklık değerini sanayi öncesi döneme kıyasla 1,2 santigrat derece arttırıyor.
Bu durumun adeta canlı organizma gibi hareket eden dünyanın sahip olduğu atmosfer, litosfer, hidrosfer, kriyosfer ve biyosfer gibi birbiri ve kendi içerisinde etkileşimli sistemleri arasındaki ahengin bozulmasına ve tamiri zor hasarların oluşmasına yol açtığını görüyoruz.
Sayısı, şiddeti ve etkileri her geçen gün artan, çoğunluğu meteorolojik olan iklim değişikliği etmenli hadiseler karşısında “gelişmiş” diye nitelendirilen ABD, Kanada, Almanya gibi ülkelerin de çaresiz kaldığını müşahede ediyoruz. Geçen yaz Batı Avrupa’yı adeta yıkıp geçen, on binleri yerinden etmenin yanında binlerce canın da yitirilmesiyle sonuçlanan sel felaketi, Kanada’da doğal hayat akışını adeta durduran sıcak hava dalgaları, Kaliforniya ve Sibirya gibi bölgelerde iklim değişikliğiyle mücadelede büyük öneme sahip ormanlarda görülen devasa yangınlar, Afrika’yı vuran kuraklık gibi meteorolojik afetler sadece birer hava olayı olmanın çok ötesindeki hadiselerdendir.
Hepimiz acı bir şekilde görüyoruz ki bu durum gıda üretimini, verimini ve tedarikini de etkileyen bir sonuç. Öyle ki BM Tarım ve Gıda Örgütü Gıda Endeksi verilerine göre sadece son altı aylık sürede gıda fiyatlarında küresel bazda yüzde ellilere varan artışlar bunun bariz neticesi. Elbette ki bu durum beraberinde gıda ve su arz güvenliğini de etkileyecek ve dünyamızı hiç olmadığı kadar büyük bir güvenlik sorunu olan göç dalgalarıyla karşı karşıya bırakabilecektir.
Dünya Gıda Programı (WFP) değerlendirmelerine göre Afrika’nın doğusunda Hint Okyanusu’nun batısındaki ada ülkesi Madagaskar’da dört yıldan bu yana süregelen kuraklığın iklim değişikliği etmenli olduğu, bu durumun adada yaşayan yaklaşık otuz milyon nüfus üzerinde ciddi bir risk oluşturduğu, dolayısıyla yöre halklarının bu tehdit karşısında göçe zorlanacağı belirtiliyor. Yine BM Çevre Programı (UNEP) değerlendirmelerine göre karalarda bulunan buzulların erimesi ve ısınmaya bağlı sudaki genleşme dolayısıyla giderek hızlanan deniz seviyesindeki yükselme Tuvalu, Kiribati, Maldivler ve Marshall Adaları gibi küçük ada devletlerini yok olmakla tehdit ediyor.
Bu durum bir yandan yaşayan bu kültürlerin yok olmasına neden olurken bir yandan da büyük göç dalgalarının olacağını işaret ediyor. COVID-19 pandemi sürecinde birlik olamayan dünyanın bu yeni tehdit karşısında çözüm üretmede zorluk yaşaması kaçınılmaz görünüyor. 2021’deki NATO Zirvesi’nde de iklim değişikliği ilk kez kapsamlı şekilde ele alınarak muhtemel gıda, su, enerji arz güvenliklerinin yanı sıra tetikleyeceği göç dalgaları riskine karşı eylemlerin güçlendirilmesi çağrısında bulunması, iklim değişikliğinin kalkınmada olduğu gibi bir millî güvenlik meselesi olduğunu da gösteriyor.
İklim değişikliğinin etkileri dolayısıyla sadece insanlarda değil, diğer canlılarda da yer değiştirmelerin ve hareketliliklerin olduğunu görüyoruz. Sıcaklık başta olmak üzere değişen hava şartları yeni canlılar için habitatların oluşmasına da yol açıyor. Bunu Akdeniz’de görüyoruz. Aslan ve balon balığı gibi Akdeniz’e yabancı türlerin Akdeniz’i adeta yeni yaşam alanı olarak görmeleri bunun bir göstergesi. Bu tür istilacı türlerin hiç kuşkusuz Akdeniz’deki canlı dengesi ve besin zinciri içinde yer alan bazı tür popülasyonu üzerinde ciddi baskı oluşturacağı muhakkak. Dolayısıyla bu durum denizcilik faaliyetlerinde bulunan insanların iş olanaklarında ve deniz ürünleri temininde sorunlar yaşamalarına yol açacak çok yönlü bir hadisedir.
İklim değişikliğinin kendisini gösterdiği diğer bir hadise de sıcak hava dalgaları bağlamında karşımıza çıkıyor. Sıcak hava dalgalarının binlerce can kaybına yol açtığını, aldığımız iki nefesten birisini sunan ormanlarımızı ve içerisindeki biyoçeşitliliği yok ettiğini, iş verimini düşürdüğünü ve birçok hastalığa davetiye çıkardığını gördük, yaşadık, biliyoruz. Dünyamıza oksijen sunan ormanlar o kadar büyük bir yıkımla karşı karşıya ki çoğu bölgede ormanlar oksijeni soğuran birer yutak olmanın ötesine geçmiş bizatihi karbon kaynağına dönüşmüştür.
Türkiye Yoğun Etkilenen Bir Bölgede Yer Alıyor
Ülkemiz bulunduğu coğrafya itibarıyla iklim değişikliğinden en çok etkilenecek bölgeler arasında yer alıyor. Nitekim 2021, yurdumuzun dört bir yanında üst üste iklim değişikliği kaynaklı afetler yaşadığımız bir sene oldu. Marmara Denizi’ni ablukaya alan müsilaj, takip eden süreçte güney kıyılarımızı vuran ve “tarihimizin en büyükleri” nitelemesiyle kayıtlarımıza giren orman yangınları, Karadeniz’deki yıkıcı sellerle iç ve doğu kesimlerde görülen kuraklıklar iklim değişikliğinin tetiklediği olaylar olarak hafızalarımıza kazındı ve tehdidin büyüklüğünü gözler önüne serdi. Ancak bu afetlerin hiçbirisi salt ekolojik veya çevresel sorun değildi.
Marmara’yı vuran müsilaj aylarca balıkçıların çalışmalarının aksamasına ve bölgede deniz seferlerinin sekteye uğramasına yol açtı. Kuraklıklarla birlikte etkilenen gıda üretimi tedarik zincirlerini etkileyerek gıda fiyatlarında anormal düzeyde artışlara sebep oldu. Sel afetleri bölgede büyük yıkım oluşturarak yöre sakinlerini, iş yerlerini, tarımsal alanları ve altyapıları vurdu. Tüm bu afetlerde gördüğümüz üzere iklim değişikliği salt çevre sorunu olmanın çok ötesinde sağlık, ulaşım, üretim, ekonomi, gıda gibi çok sayıda konu üzerinde domino etkisi oluşturan bir kalkınma problemidir.
Planlamalarda Yeni Parametre: İklim Değişikliği
Diğer taraftan sel ve taşkınlar başta olmak üzere iklim değişikliği kaynaklı afetlerin dünyanın hemen hemen her bölgesindeki şehirlerde büyük hasarlara yol açtığını gördük. Almanya’nın Kuzey Ren Vestfalya ve Rheinland Pfalz eyaletleriyle ABD’nin New York şehrinde görülen sellerin yıkıcı etkileri, yakın zamanda yine ABD’nin Kentucky bölgesini adeta harabeye çeviren hortum, 2005’teki Katrina’dan on beş yıl sonra ikinci defa dört ve üzeri büyük kasırga yaşanan Idai kasırgasına teslim olan Louisiana şehri ve benzeri afetlerde alt ve üst yapıların çoğu kullanılamaz hâle geldi. Ülkemizde de başta Karadeniz Bölgesi’nde görülen sel afetleri yerleşim alanlarını adeta yıkıp geçti.
Dolayısıyla iklim değişikliğiyle mücadelenin yanında değişen yeni şartlara uyum da gerekiyor. Şehirlerimizde yer alan ve son iki asrın ürünü birçok imalatın artık günümüz şartlarında yetersiz kaldığını ve iklim değişikliği ekseninde yeniden ele alınmasının diğer bir ifadeyle iklim değişikliğinin planlamalarda bir parametre olarak göz önünde bulundurulmasının, bu yönüyle de iklim dirençli kentlerin geliştirilmesinin gerekliliğini bizlere gösterdi.
Çözüm İçin “Yeşil Dönüşüm”
Hiç kuşkusuz saydığımız tüm bu olumsuz sonuçlar insanlığın birer eseri. Daha rahat, daha konforlu bir hayat düşüncesi insanı; çokça tüketen, kaynakları fütursuzca kullanan, var olan düzene uymak yerine düzeni kendi çıkarları uğruna heba eden bir varlığa dönüştürmüş durumda. Öyle ki cömert dünyamızın bize bir yıl içerisinde sunduğu doğal kaynakları o kadar hızlı işliyor, o kadar fazla tüketiyoruz ki dünyamızın bu tüketimi telafi etmesi için en az yirmi aya ihtiyacı doğuyor. Yani dünyamızın, kaynaklarımızın kendini yenileme kapasitesini aşıyoruz. Dolayısıyla bu yıl tükettiğimiz kaynakların bir kısmını da bir sonraki yıldan yani gelecekten, sonraki nesillerin hakkından alıyoruz. Buna samimiyetle “Dur!” demediğimiz sürece kitlesel yok oluşa doğru sürükleneceğiz. Yani bir meselenin çözümü de yine meseleye yol açan biz insanlarda bulunuyor.
Tüm bu mülahazalar ışığında insanların tüketim alışkanlıklarından, seyahat ve iş yapma modellerine kadar çok yönlü dönüşüm geçirmeleri gerektiğini gösteriyor bizlere. Yani değişim ve dönüşüm şart!
Dünya bu yönde bir dönüşüm yaşıyor. Ülkemizde de bu dönüşüme başladık. Küresel sıcaklık artışını sanayi öncesi döneme kıyasla +1,5 santigrat derecede sınırlamayı temel hedef alan Paris İklim Anlaşması’na taraf olmamız ve akabinde Sayın Cumhurbaşkanımızın kamuoyuyla paylaştığı “2053 net sıfır emisyon-karbon nötr bir ülke” hedefi hiç kuşkusuz sanayiden turizme, ulaşımdan enerjiye kadar her sektörde yeşil dönüşümün gerekliliği gösteriyor bizlere.
Hâlihazırda hayata geçen ve Saygıdeğer Emine Erdoğan Hanımefendi’nin himayelerinde dünyaya örnek israfı önleyici projemiz olan sıfır atık hareketi, hava ve iklim dostu bisikletli ulaşım faaliyetleri, elektrikli yerli aracımız TOGG, yerli ve yenilenebilir enerjiye geçiş, sanayide temiz üretim, hizmet ve ürünlerde çevre etiketi uygulamaları, yağmur suyu hasadı, çatı üstü güneş panel uygulamaları, enerji verimliliği, binalarda yalıtım seferberliği gibi çok sayıdaki uygulama bu yeşil dönüşümün birer parçasıdır.
Yeşil dönüşüm çerçevesinde hayat bulan uygulamaların tamamı bir yandan iklim için zararlı emisyonların oluşmasını önlerken aynı zamanda havamızın da daha temiz olmasına katkı sağlıyor. Dolayısıyla hava kirliliği kaynaklı sağlık sorunlarının da önlenmesini temin ederek hem refah hem de mali açıdan katkı sunacak. Yine yerli uygulamalarla birlikte gerek dışa bağımlılık azaltılacak gerekse dışarıdan ithal edilen ürün ve hizmetlerin yol açtığı ilave emisyonlar da önlenecek, bu hâliyle de doğaya katkı sunacak uygulamalar bunlar.
Yeşil dönüşüm, sağlıklı doğa ve temiz hava sayesinde yaşam kalitesinin yükselmesiyle birlikte yeni iş imkânlarına da kapı aralayacaktır. Ulaşımda elektrifikasyon için şarj istasyonları, daha uzun ömürlü pil teknolojileri, enerjinin depolanması, bisiklet ve elektrikli skuter kullanımının artması, çevre dostu ürün pazarlarının yaygınlaşması gibi sayısız iş kolunda yeni istihdam potansiyeli insanımızın refahına da büyük katkı sunacak.
Bütün bunlar için etkili yol haritasına ihtiyacımız var. Önümüzdeki aylarda kamu, iş, eğitim, akademi, finans dünyası ve sivil toplum kuruluşlarının katılımıyla yol haritamızı belirleyecek bir iklim şurası düzenleyeceğiz. Ayrıca şura çıktılarını da esas alarak yeni yol haritasına yasal altlık oluşturmak üzere Gazi Meclisimizin takdiriyle kapsamlı bir iklim kanunu hazırlayarak insanımız, doğamız, mavi vatan denizlerimiz, yeşil vatan ormanlarımız ve içlerinde barındırdıkları bin bir çeşit hayvanat ve nebatat için karbondan ari bir Türkiye inşasının adımlarını hep birlikte atacağız.