COVID-19 küresel salgını,gündelik hayatın akışındaki bilindik ritmi hızla değiştirmeye başladı. Yeni yaşam biçimlerine, desen ve formlarına uymakta zorlanmıyoruz. İnsani ilişkilerin olağan akışı sert tazyiklerle mütemadiyen şekilleniyor.
Dünya Sağlık Örgütünün 11 Mart 2020’de yaptığı açıklama; küresel COVID-19 salgınının neden olduğu topyekûn karantina süreci artık dünyanın bundan böyle başka bir şekil almaya başlayacağının habercisiydi. Ulusal ve uluslararası düzeyde etkisini hızla hissettiren pandemi baskısı; devletleri, milletleri ve belli başlı yaşam tarzlarını açıktan tehdit eden geniş bir saldırı ağıyla gündelik hayatın içinde kendine etkili bir yer tutmakta gecikmedi.
Tehdidin sıradan ve alışılmış bir korkuyla sınırlı olmadığı aksine başlı başına kıyıcı, yok edici ve sadece tekil anlamda insana değil; politikalara, ekonomilere, inanç ve düşünce alanlarına da aynı düzeyde sirayet eden, ağırlıkla dikkate alınması gereken bir fenomen olduğunu daha ortaya çıkar çıkmaz kanıtlayan bir güç kazandı.
Salgının Ağır Tazyikleri
Salgın, dünyanın her yanında birbirine benzer sonuçların ortaya çıkmasında etkili oldu. Pandeminin sonuçta herkesi maskeye, tecride, eve kapanmaya, yalıtılmış ve hijyenik alanlarda yaşamaya mahkûm eden oldukça acımasız baskısı; ölüm kaygısının da şimdiye kadar olmadığı bir netlik ve yoğunlukta artmasına ve gündelikleşmesine yol açtı. Anlam dünyaları yeniden ele alınırken verili paradigmaların değeri de hızla sorgulanmaya başladı. Ölümün genelgeçer beklentilerden farklı olarak bir hayli rutinleşmesi; hayatın anlamı, evrenle ilişkimiz, tabiata bakış açımız ve inançla yaşam arasındaki karşılıklılığın artık bundan böyle nasıl sürmesi gerektiği konusunda köklü ve sıra dışı soruların ortaya çıkmasını hızlandırdı. Hiç kuşkusuz,sürecin etki altına almakta zorlanmadığı hayat tasavvurları da gelecek tahayyülleri de bu gelişmeler ekseninde yeniden kurgulanmak zorunda kalacaktı.
Pandeminin sınır tanımayan etkisi, sonuçları itibarıyla da kaçınılmaz bir şekilde hemen herkesi eşitleyen baskısıyla belli başlı yerleşik kabul ve itiyatların gözden geçirilmesini mümkün kıldı. Felsefi ve entelektüel kaygıların hareketlendirdiği bu panik arayışlar, artık COVID-19’un varlığını esaslı bir şekilde hesaba katmadan sürdürülemiyor; öyle ki artık salgın, gerçekliğin yeni tabiatı olarak kendini somut bir şekilde hissettirmekten geri durmuyor.
Pandemi sürecinin yarattığı dehşet, bir yandan hemen her insan tekine dokunan etkisiyle gündelik hayatın ritmini bozarken bir yandan da bu türden ağır müdahalelerle baş etme noktasında sık sık kendisine yönelen temel birtakım referans alanlarının da sıkıştırılıp sorgulanmasına yol açmıştır. Salgının ürettiği telaş ve panik karşısında felsefi, ahlaki ya da dinî atıflar eşliğinde yaşanan sorunları alt etmek zorunda kalanlar için bu durum yeni birtakım problemlerin şimdiye kadar hiç olmadığı şekilde hayatiyet kazanmasına fırsat vermiştir. Koronavirüsün bir türlü zapt edilemeyen ilerleyişi karşısında gündelik hayatı kuşatan ölüm korkusunun nasıl bir dil akışıyla makulleştirileceği, insan insana kurulan tarihsel, toplumsal, dinî ve kültürel ilişkilerin bozulan dengesinin hangi manevi veya sosyal sermayeyle tekrar eski hâline getirilebileceği sorusu hâlâ revaçtadır ve ilgili muhataplar katında sadece insan değil, sanki bilgi dünyalarını inşa eden referans alanları da birlikte karantinaya alınmış gibidir.
Sıra Dışı Sonuçlar
İçinden geçilen bu sürecin zorlu yanları, ortaya çıkan ve çıkmaya da devam edeceği anlaşılan sıra dışı sonuçların analizinde gerçekte insanın tabiatla kurduğu ölçüsüz ilişkileri hatırlamak yerinde olacaktır. Tabiatla temasta gözlenen ve özellikle de son iki yüzyıla yayılan üstenci ve merhamete yer vermeyen bilme ve denetleme çabası, nihayetinde kendini bir denge üzerinde yaşatan dünyamız için yeni birtakım yükler biriktirmiştir. Tabiatı her durumda tartışmasız emanet olarak algılayan ve onunla kurduğu teması maneviyat temelli bir şekilde derinleştiren dinî/geleneksel bakış tarzlarının yerini bugün, ilerlemeci bir perspektif içinde oldukça hoyrat bir şekilde doğayı rehin almaya çalışan farklı bir zihniyete teslim etmek zorunda kalışı hüzünlüdür. Kadim zamanlardan beri tabiatla kurulan hürmetkâr bir yakınlığın günümüzde onun doğal seleksiyonunu bozmaya yönelik müdahalelerle alt üst olduğu açıktır.
Öte yandan pandemi salgınının ürettiği küresel baskıyı soğukkanlı bir şekilde aşmaya yönelik kolektif bir çabaya bilimin, dinin ve kültürel geleneklerin katkısını dışarıda bırakarak dâhil olmak mümkün değildir. Bu da söz konusu katkı alanlarını yeni bilme biçimleriyle gözden geçirmeyi, onları anlamayı ve hayat karşısında bir kere daha sınamayı gerekli kılmaktadır.
Bundan sonraki dünyanın nasıl olacağı/olması gerektiği konusunda kayda değer bir müzakere, tartışma ve öğrenmeye pek fazla fırsat vermeyen bu akışkanlık sonuçta hiç de yabancısı olunmayan bir günü tüketme çabasıyla kendini deruhte etmeye başlamıştır. Dünyanın sonunun geldiğine dair belli başlı eskatolojik tezlerin aksine sonluluk duygusunu yok sayan ekstrem bir varoluşsallıkla karşı karşıyayız. Dinî ve kültürel referans kodlarının bilerek ve isteyerek dışarıda bırakıldığı yeni hâletiruhiyelerin nasıl bir gelecek tasarımına yöneldiğini kestirmek güçtür.
Dünün giderek zayıflayan tez ve argümanlarını birbirinden aceleci telafi programlarıyla sözüm ona güncellemeye çalışan bir zihniyet döngüsünün yarının dünyasını karşılamada hangi yeterliliklere yaslanacağını öngörmek pekâlâ mümkündür. Bugün sürecin maliyetlerini bütün bu aleladelik ve amiyanelikten uzak bir şekilde değerlendirenlerin ürettiği üst dille temas kurmakta gerçek bir gecikmişlikle hemhâl olunduğu açıktır. Süreci doğru anlama ve insanlık durumunun geleceği hakkında mevcut müktesebatı kışkırtıcı ve ağır sorularla sınamaktan kaçınan bir dikkat yeni zamanlara yenilme riskiyle karşı karşıyadır.
Yeniden Harekete Geçen Disiplinler
Salgın kendi gerçekliği içinde yeni bir sosyolojiyi, psikoloji ve hatta teolojiyi harekete geçirmekte zorlanmadı. Toplum bir kez daha inşa edilirken eldeki mevcut veri ve yeterliliklerin değeri yok sayılıyor, yeni bir anlama biçiminin hangi varoluşsal kodlar üzerinden işleyeceği konusunda garip bir belirsizlik duygusu yaşanıyor. İnsan ilişkilerindeki tıkanıklık, yetinme duygusunu harekete geçirmede gecikmedi. Geçmişi yâd etme konusunda sıkı bir nostaljinin etrafında dolaşmayı yeğleyen eski kuşaklar, günü idareli kullanmanın değerine odaklanırken yeni kuşaklar da bu aniden ortaya çıkan verili durumun dayatmalarına teslim olmuş şekilde farklı bir normalliğin içinde hayat bulmanın yollarını aramakta. Birlikte olmak, muhabbeti derinleştirmek, sözü çoğaltmak, birbirine dokunmak veya iletişimde kalmak artık aklımızın bir kenarında sabiteye dönüşmüş ölüm duygusu ve korkusu refakatinde ancak deneyimlenebiliyor. Endişe korkutuyor, belirsizlik hayatın tadını kaçırmada etkili bir güce dönüşüyor.
Sanal mecralar, insana ulaşmanın etkileyici birer aracı olarak öne çıkmış durumda. Bilim adamları, yazarlar, düşünce adamları, vaizler ve karizmatik şahsiyetler pek çok mecra üzerinden kendi sanal kitlelerini oluşturma konusunda sınır tanımayan bir emekle sahada yer alıyor. Sosyal medya ve dijital platformlar kendi pedagojilerini üretmekte gecikmiyor. Eğitim ünitelerinin paylaşımıyla sınırlı olmayan bir bilgi akışı sözü olanı da olmayanı da bu bağlamda konuşmaya ortak ediyor. Artık herkes kendi evinde mahpus olduğu gerçeğini göz ardı ederek kendine yeni pencereler açıyor, başkalarına ulaşabildiği her vasatta dijital mecralar eşliğinde mesajlarını dolaşıma sokmanın telaşını yaşıyor. İnsanlar ya konuşuyor ya dinliyor. Söz konusu programlar sayesinde pek çok kişi artık kendi haz kotalarını belirlemekte veya tatmin edici bir dil akışını sistematikleştirmekte hiç mi hiç zorlanmıyor. Geçmişte başka vesilelerle hayatın olağan akışında zapturapt altına alınan insanlar için bugün yeni birtakım mecralar aynı işlevi görmekte. Bir farkla ki geri dönüşü olmayan bir yalnızlığa doğru ilerleyen yeni insanlık hâlleri için dijital platformlar farklı bir yaşama üslubunu da beraberinde getiriyor.
Artık pek çok kişi bir konferanstan öbürüne yetişmekte zorlanıyor. Ev içindeki koşuşturmalar herkesin anlatacağı bir şeyler olduğunu imlemekte. Ekranlara sıkışmayı başaran onlarca insan, eski dünyanın değerlerine bağlı kalarak birbirini ikna edebilecek yeterlikte olduğunu düşündükleri argüman setleriyle tebliğe, irşat ve anonsa ihtiyaç duyuyor. Yeni dönemin ortaya çıkaracağı sosyolojinin, psikoloji ve etnometodolojinin ne vadettiğine dikkat kesilme konusunda ciddi bir gecikme söz konusu. Dünün, geçmişin dünyasını anlamlandırmada yeterliliği sınanmış bilgilerin değişen bir hayatın akışına entegre edilmesinin hiçbir şansı yok gibi görünüyor. Oysa yaşanan hem yeni bir kader hem de tarihte bir karşılığı olmayan sıra dışı bir gerçekliktir. Teolojinin yardımına ihtiyaç duymayan yeni bir ahlak ve değer akışı güçlenerek hayatı kaplama çabasındadır. Teorilerin içinde kalmış bireyselliği çoktan zorlayan bir kişisellik ve kendi varlığının etrafında dönen bir kişilik örüntüsü bütün insan ilişkilerinin rotasını değiştirecek bir şekilde hayatiyet kazanmaktadır.
İnsanın Kendini Bulması
Ne var ki yeni dönem bir o kadar da insanın kendine dönmesi, sıkı bir yüzleşme ve varlığını anlamlandırma konusunda daha üretken bir sorgulamanın kapısını açmaya uygun bir zemin yaratmıştır. Tecrit, eve kapanma ve yeni zaman kavramsallaştırması içinde hayatın anlamını kavramaya yönelik derinlikli soru ve arayışların önü her zamankinden daha çok açılmış ve felsefi, entelektüel ve dinî düşünce etrafında biçimlenen yeni çıkarımlar etkili olmaya başlamıştır. İnsanın sınırlarına ve Tanrı tasavvuruna dair muhasebe imkânlarının çoğaldığı bu süreçte yaşanan acı ve ıstırapların ilahi bir ceza mı yoksa bir imtihan mı olabileceği sorusunun açığa çıkaracağı müzakereler son tahlilde epeydir ihmal edilmiş “kendi üzerine ve Tanrı üzerine düşünme ve yoğunlaşma” çabalarını hızlandırmıştır. Yanı sıra insanın bugün karşı karşıya geldiği emsalsiz çaresizliğin tabiatla ilişkisini şimdiye kadar üzerine oturtmakta bir beis görmediği modern diskurlardan bağımsız bir şekilde yeniden ele alma noktasında daha enerjik bir kaygıyla “hakikat”in peşine düşüleceği söylenebilir.
Artık hepimiz fantastik bir edebiyatın kurgulanmış dünyasında değil sahici bir gerçekliğin kuşatması altında yaşıyoruz ve kabul etmek gerekir ki risk toplumunun da esaslı bir parçasıyız. Korkular, tedirginlikler, anlam kayıpları, melce arayışları artık hayatın olağan akışında yer almaktadır. Dinler, felsefi sistemler ve entelektüel çabalar bu sürecin insanlığın lehine bir şekilde nasıl sonuçlanacağı konusunda belki de ilk kez birbirini besleyen düşüncelere ev sahipliği yapmaktadır.
Bu süreç insan insana ilişkilerin giderek daraldığı bir zamanda birbirimizi yeniden keşfedip hatırlamanın kayda değer bir başlangıcı olmuştur. Birbirini aramayan ve yeni dünyanın sahip olduğu alet edevat içinde kişisel yeterliliğine fazlasıyla kani olmuş bir yaşama biçiminin böylece ağır imtihanla karşılaşması mukadder olmuştur. Gerçekten de hiç de eşit olmayan yaşam biçimleri, kesinlikle eşit bir şekilde yayılan pandeminin etkisi altında ölüm ve mahrumiyet duygusuyla oldukça ağır bir maliyet içinde yeniden tanışma fırsatı bulmuştur. Geride kalanların yaşadığı zorlukların bir edebiyattan daha fazlasına evrilme şansı olmayan empati süreçlerini harekete geçirdiğini vurgulamak gerekir. Tedavi olanaklarına sahip olmayan yoksullar, yaşlılar, kimsesizlikle baş etmek zorunda kalan çocuklar, göçmenler ve yetmezmiş gibi bir de maruz kaldıkları şiddet yahut savaşın esaslı birer parçası olmakla karşı karşıya gelenler bize insanlık durumunun aciliyet kesbeden yanlarını kavramak ve hissetmek konusunda oldukça önemli fırsatlar yaratmıştır. Birbirine arkasını dönmüş bir gündelik hayat pratiğinin dayanışmayı, desteği ve birlikte yol almayı değerli kılan ihtiyaç analizleri karşısında değişime zorlandığı açıktır. Öyle ki pandeminin, insanlara çok yerde yaşadıkları hayatın başkaları olmaksızın asla biricik olmayacağı konusunda oldukça öğretici fırsatlar yarattığını söylemek hiç de abartılı olmayacaktır.